EDEBİYAT NE SÖYLER?” SÖYLEŞİ PROGRAMINDA DR. PEYAMİ SAFA GÜLAY’I AĞIRLADI

Peyami Safa Gülay, öncelikle postyapısalcılık kavramının çerçevesini çizdi. “Postyapısalcığın 1960 sonrası, 1970’li yıllarda Fransız felsefesi olduğunu söyleyen bir takım yorumlar var. Bunun yanında 20. yüzyıl felsefesi dile dönüş hareketi olarak belirtilir ve postyapısalcılık bunun Fransız uğrağıdır, düşüncesi de mevcuttur. Nietzsche, Heidegger, Foucault, Derrida, Deleuze gibi isimlerin felsefe yapma biçimlerinin, geriye dönük adlandırması olduğunu söyleyebiliriz. Postyapısalcılığın, yapısalcılıkla bir ilişkisinin olması gerekir. Yapısalcılık dil bilim tartışmalarını belirlemiş bir yöntem aslında. Psikanaliz bir faaliyet yaptığınızda aslında yapısal bir şey yapmış olursunuz. Anlamın ortaya çıktığı serüveni yapısalcılık olarak adlandırabiliriz. Yapısalcılık bir yapı, şema kurmaktır. Postyapısalcılığın derdi ise bir metin okuma gibidir. Postyapısalcılık; anlam, hakikat yoktur, herkes bir metinden ne istiyorsa onu anlayabilir gibi bir şey söylemez. Postyapısalcılık, gösteren gösterilen ilişkisinin açık uçlu bir hale getirilmesidir.” 

Gülay, logosmerkezcilik, Derrida’nın logosmerkezci söz-yazı karşıtlığının yerine differance’ı koyma nedenini ve yazının öncelenmesi hakkında şunları kaydetti. “Öncelikle şunu belirtelim; Derrida postyapısalcılık diye bir şey üretmez. Logosmerkezciliğe bakarsak; bu anlayış Arşimet noktasını fark eder. Platon’dan Husserl’e kadar olan süreci Batı metafiziği olarak adlandırır ve bu logosmerkezci düşünmek içindir. Bu her şeyin kendisinden çıktığı rasyonel bir ilkeyi zemine yerleştirmektir, ancak o zeminden hareketle ortaya çıkacak şeyler meşru olabilir. Dolayısıyla her şeye meşruiyetini veren şey logostur. Bu anlamıyla Batı düşüncesi logos merkezlidir. Sözün kaynağı birisinden olduğu için aslî olan kabul edilir. Yazı belleği çalıştırmadığı için insanı tembelleştirir. Ama söz zihinden, kaynaktan, logostan güç aldığı için meşru bir şeydir. Derrida bu yüzden yazıyı gayri meşru bir şey olarak ilan eder. Logos sözse, kaynağa temas ediyorsa, bilinçle bir aradaysa, onda bulanık bir şey yoksa, söz yazı karşıtlığı bağlamında logosmerkezciliğin sözün meşruiyetinin kendinden menkul olduğunu düşünen, sözün insan bilincinden kaynaklanan bir gelenek olduğu belirtilebilir. Yazı ancak bir şeye tabi kılındığında bir yardımcıdır. Ölü bir taklit olarak sözü kirletir. Tıpkı edebiyatın felsefeyi kirletecek olması gibi. Söz doğal, yazı sunidir. Yazı, sorulan sorulara cevap vermediği gibi anlamı hakkında da karar verilemez kılar. Yazı öncelenmez, söz ile bir arada değerlendirilir. Derrida, sözün yazıyı tamamen kapsayamayacağını, sözün yazıdan daha üstün olamayacağını, yazıda var olan ama sözde var olmayan bir takım şeyler olduğunu söyleyerek, sözün yazıyı mümkün kıldığını söyler. Bu durum okunan ama işitilemeyen fark olan differance’a yol açar. Bunu kökenin melezliği olarak belirtir. Differance; köken de bir ikiliğin, sözle yazının birbirine geçişinin yasasıdır aslında. Kökenin, kaynağın tek mutlak olamayacağını gösterir.” 

Geleneksel olarak felsefe-edebiyat ilişkisinin konumlandırılması hakkında Gülay şunları zikretti. “Yazının sözü kirletmesi gibi edebiyat da felsefeyi kirleten bir şey der Derrida ve bununla şunu kast eder; sözün aslî olması, logosa müracaat etmesi, insan bilincinden kaynaklanması ve dolayısıyla meşru olması bakımından felsefe söz geleneğine eklenmeli. Felsefe; aslî olan şeyse, hakikatin temsilcisiyse, bozulmamış bir şeyse, sözü üstlendiyse, o zaman söz yazı ilişkisinde edebiyat yazının rolünü üstlenmelidir. Geleneksel olarak ikisi arasındaki ilişkide Derrida, edebiyat olmazsa felsefe için bir şey değişmez ama felsefe üretilmezse edebiyat malzeme bulamayabilir der. Bu noktayı daha açık kılmak için Platon’un Devlet diyalogunda şairi devletten kovma bahsi somut bir örnek olabilir. Platon şairi devletten kovarken; “…her kılığa girmesini, her şeyi ustaca taklit etmesini bilen bir adam, bizim topluma gelip de şiirlerini halkın önünde söylemek isterse, bu kutsal, bu eşsiz, bu tadına doyulmaz şairin önünde saygıyla eğilir, deriz ki: Bizim ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması da yasak. Böylece başına kokular sürer, çelenkler takar, onu başka bir ülkeye yollarız. Bize daha ağırbaşlı bir şair gerek, deriz. O kadar hoş olmasın, zarar yok, ama işe yarar masallar söylesin, yalnız iyi adamın taklitçisi olsun, onun davranışlarını anlatsın, askerlerimizin eğitiminde uygulanan kanunlara uysun sözleri.” Şair, toplumun düzenine katkıda bulunacaksa devlette kalmasını ama düzene katkısı olmayacaksa ona gerek olmadığını söyler. Edebiyat bu alıntıda felsefenin ötekisi, dışı olarak konumlandırılır. Edebiyat ancak felsefeye tabii olduğunda isabetli olabilir. Derrida’ya göre felsefe edebiyat ilişkisi; söz ve yazı, kadın ve erkek ilişkisi gibi konumlandırılmıştır.”  

Gülay, postyapısalcılığın bir metni irdelerken nasıl hareket ettiğini şu şekilde açıkladı. “Bu husus için somut bir örnekle hareket edebiliriz. Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü / Bostan ıssı kakıyup der ne yersin kozumu” dizeleri üzerine farklı şerhler vardır. Bir metinin açık uçlu olduğunu görmek açısından bu dizeler üzerine yapılan farklı şerhlere bakalım. Niyazi Mısri’ye göre bu dizelerdeki erik şeriat, üzüm tarikat, ceviz hakikattir. Bursevî’ye göre erik zahiri ameller, üzüm zahiri ameller sonucu hâsıl olan batıni zevk ve neşedir.  Şeyhzade için ise erik dalı ruh ağacı, üzüm vahdet şarabıdır. Peki bu durumda metin için anlam nasıl indirgenecek? Hangi şerh doğrudur? Postyapısalcılık metni örtü-içerik bağlamında, klasik bir yöntemle okumaz.  Metin bir vesile değil, bir hadisedir. Metin, kendisinden hareketle yapılacak okumaları mümkün kılar, daima bir açıklıktır. Burhanettin Tatar, üç klasik şerh dışında Yunus’un dizelerini zahir-batın ekseninde okur: “Çıktım erik dalına” başlıklı şiir, şiirin düşüncenin kaderini kendi ellerine alması, onu sürekli şaşırtarak, kararsızlığa düşürmesi, onun gerçekler dünyasında sürekli yeni sürprizlere hazırlıklı olmaya davet etmesi, kısacası düşüncenin düşünce olarak kalmasını sağlama ve onun gerçekliğin yerini almasını engelleme olayı şeklinde görülemez mi?” Metin yazarın niyetine indirgenir, Derrida buna itiraz eder ve der ki; felsefe edebiyatı kontrol altında tutamaz. Felsefe zaten edebiyat vesilesiyle mümkün olur. Derrida, hiçbir zaman yazının sözden daha merkezi olduğunu ya da edebiyatın felsefeden daha önemli olduğunu söylemez. Derrida, sözün ancak yazıyla, felsefenin ancak edebiyatla mümkün olabildiğini söyler. O birlikte varoluştan bahseder.”  

 

Program hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.