Zeytinburnu Kültür Sanat 2021-2022 sezonunu Cuma günü açılıyor
Zeytinburnu Kültür Sanat 2021-2022 sezonunu Cuma günü açılıyor
Zeytinburnu Kültür Sanat 2021-2022 sezonunu Hattat Mehmed Özçay’ın “Ağaç Portreleri” Fotoğraf Sergisi ile açıyor.
Özçay, bir yandan hat bir yandan da fotoğraf sanatıyla uğraşarak; yaratıcılık, sabır, el mahareti ve titizlik gerektiren iki alanda eserler veriyor. Sanatçının yıllardır özenle çektiği fotoğrafları, ilk kez 1 Ekim-14 Kasım 2021 tarihleri arasında Zeytinburnu Kültür Sanat’ta sanatseverlerle buluşuyor.
SERGİ: “Ağaç Portreleri” Mehmed Özçay Fotoğraf Sergisi
Açılış Tarihi: 1 Ekim Cuma-19.00
Sergi Süresi: 1 Ekim-14 Kasım 2021
Yer: Zeytinburnu Kültür Sanat
Küratör: Ömer Faruk Şerifoğlu
Özçay’ın Ağaçları
Ağaçlar, çiçeği, meyvesi ve güzellikleriyle tarih boyunca insanoğlunun dikkatini çekmiş, beşikten mezara kadar hayatın her safhasında kullanılmışlardır.
Ağaç imgesi efsanelerden modern edebiyata, insanoğlunun varlığıyla yaşıt ölümsüz imgelerden biridir. Çoğunlukla da hayatla özdeşleştirilir. Eski efsaneler bu yüzden dünyadaki bütün yaşamı dallanıp budaklanmış bir ağaçla sembolize ederler. Ağacın kökleri derinlere iner, dalları göğe uzanır. Yaşamı ve sonsuzluğu simgeleyen “hayat ağacı”nın her çağda, farklı toplumlarda ve faklı kültürlerde karşımıza çıkması, efsanelerden hikâyelere geçmesi, şairleri ve yazarları cezbetmiş olması doğaldır.
Bilinen ilk yazılı destan olan Gılgamış’tan modern edebiyata kadar uzanan zamanda ağaçların baş tacı edildiğini görürüz. Mısır mitolojisinden Antik Yunan’a, Kızılderililerden Uzakdoğu mitolojisine, Mark Twain’den Herman Hesse’ye, Italo Calvino’dan Türk edebiyatının büyük ustaları Sabahattin Ali, Cahit Sıtkı Tarancı, Nazım Hikmet, Oktay Rıfat, Arif Nihat Asya, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Cahit Zarifoğlu’nun kaleminden birçok masal, öykü ve şiir ağaçla başlayıp, ağaçla biter. Hayatın başladığı gibi bitmesi; ister yaşam ağacı, ister darağacı, isterse de öteki dünyanın yolunu gösteren servi ağacına benzetilmesi şaşırtmaz kimseyi. Hayat, kendi meyvesinden tekrar tekrar doğan bir ağaçtan daha güzel neyle simgelenebilir ki…
Her mevsimin görünümünün değişmesi, ağacın kışın yapraklarını döküp baharda tekrar canlanması, ölümden sonra yeniden hayata dönüşün sembolü gibi görülmüştür. Zaman içerisinde ağacın canlılığının ötesinde bir ruha sahip olduğuna, bünyesinde bir güç ve kudret bulunduğuna inanılmış, dolayısıyla büyük saygı gösterilerek kutsiyet izafe edilmiştir. Bu yüzden bütün dinlerde, farklı şekillerde de olsa ağaca önem verilmiştir.
Ağaca kutsallık izafe edilmesi zamanla bazı ağaçlara özel nitelikler yüklenmesine yol açmıştır. Meselâ servi hayat ağacını, nar da ebediyeti ve cenneti temsil eder. Eski Romalılarda defne dalı zaferin, zeytin dalı barış ve mutluluğun, meşe yaprakları ise gücün sembolüdür.
Kur’an-ı Kerim’de hurma, nar, üzüm, incir ve zeytin gibi bazı ağaçlar ismen anılmakta, incir ve zeytin ağacı üzerine yemin edilmektedir (Tîn 95/1). Yine Kur’an’da ağacın ilâhî lütuf ve kudretin eseri olarak yaratıldığı belirtilerek birçok canlının ağaç olmaksızın yaşayamayacağı gerçeğine dikkat çekilmiştir (Nahl 16/10-11; Neml 27/60). Kur’ân-ı Kerîm’de cennet tasvir edilirken ağaçlardan, bunların sarmaş dolaş dallarından, yeşilliğinden, meyve ve gölgelerinden bahsedilmiş, çeşitli hadislerde de cennet ağaçlarının özellikleri hakkında bilgiler verilmiştir. Siyer ve hadis kitaplarının kaydettiğine göre, özellikle peygamberliğinin yaklaştığı günlerde ve daha önceki dönemlerde dolaştığı yörelerdeki ağaçlar Hz. Muhammed’i (sav), “Esselâmü aleyke yâ Resûlellah!” diyerek selâmlardı (Tirmizî, “Menâḳıb”, 6).
Hz. Peygamber, muhtelif ifadelerinde de ağaç motifini teşbih unsuru olarak kullanmış, özellikle hurma ağacını övmüş, bu ağacın yapraklarını dökmediğini ve daima faydalı olduğunu hatırlatarak iyi ve hayırsever Müslüman’ı bu ağaca benzetmiştir (Buhârî, “ʿİlim”, 4-5). Bir başka hadis-i şerifte de “Müslüman, bir ağaç diker, o ağaçtan insan, hayvan veya kuş istifade ederse; kıyamet gününe kadar o kimse için sadaka olur." (Müslim, "Müsâkât", 10) buyurmuşlardır.
Geçen aylarda yaşanan orman yangınlarında ağaçların zavallı halleri zihinlerimizde çakılı kaldı. Yanan sadece ağaçlar değil, içinde yaşayan her türlü canlı ve dahası insanoğlunun geçmişi ve geleceğiydi…
Günümüzde hat sanatının önde gelen ustalarından Hattat Mehmed Özçay’ın, bazen günde birkaç kare paylaştığı muhteşem doğa manzaraları ve ağaç portrelerinin her biri o günlerde içimize su serpiyor, azıcık da olsa ferahlatıyordu.
Mehmed Bey bir akşam peş peşe birkaç fotoğrafını paylaştı. İnsanın içini ferahlatan bu fotoğrafları daha geniş bir kitlenin görmesi gerektiğini düşündüm ve kendisine bir sergi ya da kitap çalışması yapmayı düşünüp düşünmediğini sordum.
Bu sergi ve kataloğunun öyküsü böyle başladı. Özçay’la sergi ve katalog için fotoğraf seçerken, bir taraftan da fotoğraf serüvenini, Gerede ve civarında kendine ahbap edindiği ağaçlarını konuştuk.
“Evet, yıllardır fotoğraf çekiyorum ama hiçbir zaman kendimi gerçek bir fotoğraf sanatçısı veya fotoğraf konusunda iddiası olan biri olarak görmedim. Hususi olarak fotoğraf seyahatleri yapmıyorum. Geziyorum, doğayı gözlemliyorum ve o arada gördüğüm güzellikleri, belki daha sonra hatırlamak ve dostlarımla paylaşmak üzere fotoğraflıyorum. Zevk aldığım, keyif aldığım güzellikleri dondurup bir kopyasını alıyorum hafızama.
Çocukluk ve gençlik yıllarımı geçirdiğim Gerede tabii güzellikler bakımından zengin bir yer. Hayvanlarımızı otlatmaya gittiğimiz yerlerde, lise yıllarımda, birçok güzellikleri görüp fotoğraflamak istemişimdir. İlk kez bir arkadaşımdan Rus malı tepeden vizörlü Lubitel 2 fotoğraf makinesini emanet aldığımı ve onunla siyah-beyaz fotoğraflar çektiğimi hatırlıyorum. Yanlış pozlama sebebiyle o fotoğrafların çoğu bozuktu. Çünkü fotoğraf hakkında henüz teknik bilgiye sahip değildim. O zaman bir fotoğraf makinesi alma imkânım yoktu. Ailem ekonomik olarak müsait olmadığı gibi kültürel altyapı olarak da buna müsait değildi. Eğer o dönemlerde bir makinem olsaydı bugün zengin bir fotoğraf arşivim olurdu zannediyorum. Çok keyif alıyordum çünkü.
Bir gün fotoğraflarımı sergileyeceğimi hiç düşünmemiştim. Belki çektiğim fotoğraflardan bir seçkiyi albüm olarak neşreder, çocuklarıma, torunlarıma hatıra bırakırım diye düşünüyordum. Bu sergi benim için bir ilk olacak.
Baba tarafından genetik olarak geldiğini düşündüğüm bir sanat tutkumuz var. Babamın yönlendirmesi ile İmam Hatip Lisesine gittim ve orada bir vesileyle hat sanatını tanımış oldum. Düz liseye gitseydim muhtemelen ressam olacaktım. Okulda en iyi iki dersim resim ve müzik olmuştur hep… Müzik konusunda hayıflanırım, İstanbul gibi bir yerde yetişseydim iyi bir musikişinas olurdum, bir enstrüman çalardım, belki... Kulağım hala iyidir.
Ama iyi ki hattat oldum. Ressam olsaydım herhangi bir ressam olacaktım belki… Hat sanatı o yıllarda -1978-1979’lardan söz ediyorum- bakir bir alandı. Hat sanatının bitti denildiği yıllardı. Bir avuç insandı hat sanatını bilen ve ilgilenen…
Bana hat sanatının kazandırdığı bir göz var ve fotoğraf çekerken o gözle bakıyorum. Kompozisyonu, kadrajı yaparken zihnimin arka planında celî sülüs bir istif ya da bir karalama çalışırken ki mantık var haliyle… Gerçek anlamda fotoğraf sanatçısı olabilmek çok ciddi bir mesai gerektiriyor.
Dijital öncesi fotoğraflarıma baktığımda onların arasında başarılı fotoğrafların çok az olduğunu görüyorum. Sebebi, biraz da ekonomikti benim için. Bir rulo filme 7 dolar veriyorduk, banyo hariç… Bu o zamanlar benim için yüksek bir rakamdı. Dolayısıyla deklanşöre basarken birden çok hesap yapıyorduk. Sadece kompozisyonu değil, cebimizi de düşünüyorduk. İşin sanat tarafına yeterince yoğunlaşamıyorduk. Ama dijital devrimden sonra her şey değişti. Bir konuyu defalarca çekip sonra onları eleyerek en güzelini seçebiliyorsunuz.
2005’te aldığım 6 mp’lik ilk dijital makinemden sonra tabiat fotoğraflarıyla daha çok ilgilendiğimi ve zaman ayırdığımı söyleyebilirim. Şimdi 40 mp cep telefonları var.
Fotoğraftan hiç uzak kalmadım. Fotoğraf çekmeyi hep sevdim. İyi bir fotoğraf makinesini ancak yıllar sonra alabildim. Güzel tabiat fotoğrafları çekmek için de almadım doğrusu… Yazdığım hat eserlerimin fotoğraflarını çekmek, röprodüksiyonlarını yapmak için daha çok. Çünkü başkasına çektirmek hem pahalıya mal oluyor hem de istediğim kalite ve hassasiyeti alamıyordum. Dolayısıyla biraz da zaruretten küçük format bir fotoğraf makinesi aldım. Daha sonra Bronica, Pentax gibi orta format makinelere sahip oldum. Stüdyo ortamı oluşturdum, kendi eserlerimin çekimlerini kendim yapmaya başladım. Küçük format makinemi seyahatlerimde yanımdan ayırmadım. Ama bir süre sonra fotoğraf çekmenin verdiği keyifle seyahat rotalarımı ona göre belirlemeye başladım.
Mesela günbatımını çekiyorsunuz. Saniyeler içinde ufuktaki renkler etkileyici bir şekilde değişiyor. Onu gözlüyor ve fotoğrafını çekiyorsunuz. Daha sonra o fotoğrafa baktığınızda o anı yeniden yaşıyorsunuz. Her seyahatin fotoğraflarını ayrı bir klasör olarak arşivliyorum. O fotoğraflara bir zaman sonra baktığımda o duyguları, o seyahati ve heyecanı yeniden yaşıyorum. Çektiğim fotoğraflardaki hata ve noksanları daha iyi görüyorum. Bu kez daha iyi fotoğraf çekmek için oraya yeniden gitmek istiyorum, iyi neticeler aldıkça da daha çok ilgi duyuyorum…
Bu yıl birçok kişi gibi ben de kovid geçirdim. Zor ve yıpratıcı oldu benim için. Sonrasında iki ay gibi uzun ve güzel bir tatil yaptım, çok iyi geldi. Bu arada güzel üç yeni yer keşfettim, hem fotoğraf hem de tenezzüh için. Bir tanesi sergide göreceğiniz çok güzel bir kuru ağacın bulunduğu yer. Bambaşka bir güzelliği var, heykel gibi… Keşke hiç çürümese, yıllarca öyle kalabilse… Defalarca gittim yanına. Arabayı park ettiğimiz yerle ağacın arasında 250 metre mesafe var. O ağaca giden patika yolu yaptım mesela. Çocuklarla beraber taşları, çalıları temizledik, elle sökülmeyen taşları levyeyle söktük, onunla da sökülmediyse balyozla parçaladık. Orada çadır kurup geceledik, semaver yakıp çayımızı demledik. Bir diğer kamp yerimizde sabaha karşı dolunayın batışını çekmek istedim. Kaçırmamak için erken bir saatte gece 03.30’da kalkıp tepeye çıktım. Ama vakit geçmiyor. Taşlık olan patika yolu düzeltmek için balyozu aldım elime ve taşları kırarken gecenin sessizliğini de bozmuş oldum. Fotoğraf vesilesiyle spor da yapmış oluyorum, bedenen güç sarf edip ruhen büyük bir doygunluk ve rahatlama hissediyorum.
Yani fotoğraf çekmek, deklanşöre basmaktan ibaret değil benim için. O anı yaşamak ve kaydetmek… Bu bana keyif veriyor, beni dinlendiriyor. Çalışmak, spor yapmak ve anı beklemek… Yanınızdaki kafa dengi arkadaşlarınızla unutulmaz dakikalar yaşamak gibi daha birçok unsuru da içinde barındırıyor.
Sadece tabiat fotoğraflarıyla ilgilenmiyorum tabi ki… Mimari fotoğraflar, tarihi kitabelerinin belgelenmesi, eski üstatların eserlerinin röprodüksiyonu gibi mesleğimle ilgili fotoğraflar da çektim, çekiyorum. Fotoğraf çok geniş bir alan, sayısız konusu var. Ben, beni ilgilendiren yönleriyle ilgileniyorum.”
Sanatçıların kendi alanında bir doygunluğa ulaştıklarında başka sanatlarla ilgilenmeye başladıklarını ve bazılarının bunu iyice ciddiye alarak bir süre sonra birkaç alanda birlikte yürümeye ve üretmeye başladıklarını görüyoruz. Bu biraz da ihtiyaç belki. Hat sanatı masa başında büyük bir yoğunlaşma gerektiriyor. Bu kadar durağan bir şekilde çalıştıktan sonra doğaya çıkarak, fotoğraf peşinde koşmakla, ruhunuz ve bedeniniz dengeleniyor, dediğimde Özçay devam ediyor anlatmaya...
“Dediğiniz gibi hat sanatı kişiyi masaya bağlıyor ister istemez. Uzun vadede bel fıtığı boyun fıtığı gibi bazı sağlık sorunlarına da sebep oluyor. Beden, çalışmak ve hareket üzerine yaratılmış. Bu bakımdan fotoğraf merakım bana hem bedenen hem de ruhen çok iyi geliyor. Fotoğraf çekerken, ormanda, çayırda mantar toplarken, hem heyecan duyuyorsunuz hem de spor yapmış oluyorsunuz.
Sanıyorum bu sergide en çok beğenilecek ağaç, geçen kış çektiğim olacaktır. O ağacı 5-6 senedir takip ediyorum ama kışın gidip çekememiştim. Kışın çok daha güzel fotoğraflar vereceğini biliyordum. Geçtiğimiz kış çok güzel kar yağdı ve mükemmel bir görüntüsü oluştu. Gerede’deki evimden bir yabani elma olan o ağacı görebiliyorum, kuş bakışı 1.200 metre uzaklıkta… Sabah namazlarından sonra havayı kontrol ediyor, güzel bir ışık olacağına kanaat getirirsem, apar topar makinemi alıp ağacın yanına gidiyordum. Yola uzak değil. Arabayı park ettikten sonra karda 150 metre yürüyorum. Ama sabahın o soğuk saatlerinde iyi giyinmek lazım… Hakikaten çok keyifli fotoğrafları oldu. Önceki sene ağacı budadım, kuru dallarını, dibindeki çalıları ve taş yığınını temizledim. Yani rötuşları ekranda değil, bizzat yerinde yaptım.
Böyle takip ettiğim başka ağaçlar da var. Güzel bir ağacı fark ettiğimde heyecanla fotoğrafını çekiyorum. Göz ve fotoğraf farklı biliyorsunuz, biri üç boyutlu diğeri iki boyutlu. Çıplak gözle baktığımızda çok etkileyici gelen görüntü fotoğrafta aynı etkiyi vermeyebiliyor. İlk bakışta fark edemediğimiz bir kısım detayları, fotoğrafa baktıkça görüyoruz. Arada rahatsız edici kuru dallar veya biçimi bozan çıkıntılar varsa ilk fırsatta onları gidip temizliyorum. Testere ve dal makasıyla bir bahçıvan gibi çalışıyorum yani, elimi yüzümü yaraladığım da oluyor tabii ki.
2017 kışında Gerede’nin doğusunda güzel bir ahlat ağaç keşfettim. Güneşin ilk ışıklarıyla onu fotoğraflamak istedim. Hava -19 derece, karla kaplı bir zemin…. Tripodumu kurdum bekliyorum ama dışarıda uzun süre duramıyorum, arada çalışmakta olan arabaya girip ısınıyorum. O sırada ne göreyim, bir köpek 5-6 yavrusuyla o ağacın altında… Sübhanallah… Ben soğuğa karşı korumalı kılık kıyafetimle dışarıda duramazken, o hayvanlar -19 derecede orda yaşıyorlar. Yaradan onlara o şartlara uygun elbiseyi giydirmiş… Gün doğarken ters ışıkta ağacın güzel fotoğraflarını çektim. Ama bir sene sonra o ağacın tekrar fotoğraflarını çekmeye gittiğimde, ana dallarından birinin kesilmiş olduğunu, biçimsizleşmiş ve fotoğraf açısından hiçbir cazibesinin kalmamış olduğunu gördüm. Üzüldüm…
Bir başka ağaç, bir tepenin tam üstünde yalnız başına bir sarıçam. Gerede’nin 27 kilometre doğusunda. Aykut İnce’nin bu ağacı yıllar önce fotoğrafladığını, çektiğim fotoğrafı ona gönderince öğrendim. Daha sonra aynı ağacı ziyarete gittiğimde dibinde ateş yakıldığını, gövdesinin bir kısmının, dallarının yarısının yanmış ve kurumuş olduğunu gördüm. Gerçek bir anıt ağaçtı. İnsanımızın sorumsuzluğu böyle çok ağacı yok ediyor maalesef…
İmkânım olsa 12 ay gezerim. Eskiler boşuna dememişler ‘çok okuyan değil, çok gezen bilir’ diye. Görmek, dokunmak, hissetmek, yaşamak başka bir şey; bütün hissiyatınla massediyorsun çünkü. Okuduğunu unutabilirsin ama tecrübe unutulmaz.”
Ömer Faruk Şerifoğlu
Mehmed Özçay kimdir?
Mehmed Özçay, 4 Temmuz 1961 yılında Trabzon’da doğar. Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun olur (1986). Erzurumlu Hattat Fuad Başar’dan sülüs ve nesih hatlarını meşk eder ve icazet alır (1993). IRCICA’nın düzenlediği milletlerarası hat yarışmalarının ilk ikisine (1986 ve 1989) katılır, başta sülüs-nesih dalında birincilik olmak üzere muhtelif dallarda altı ödül kazanır. Özçay, 25 yıllık sanat hayatından seçtiği eserlerini 2007 yılında Arapca Nur-u Aynî ve İngilizce Spoken by The Hand Heard by The Eye adıyla kitap halinde neşreder. Yurt içi ve yurt dışında 30’un üzerinde sergiye iştirak eder ve ilk şahsî sergisini kardeşleri Osman Özçay ve Fatma Özçay’la birlikte İstanbul’da Yıldız Sarayında açar (1996). İstanbul’da Milli Kültür Vakfı (1998), Katar-Doha (1998), Abu Dhabi (1998), Sharjah (1999), Dubai (2003), Abu Dhabi Uluslararası Ki - tap Fuarı’nda (2017) “Özçay” hat sergilerini gerçekleştirir. Yurt içi ve yurt dışındaki muhtelif müze, koleksiyon ve camilerde yüzlerce eseri vardır. Amatör olarak fotoğraf sanatıyla da ilgilenen sanatçı, hat sanatının kendi - sine kazandırdığı titizliği fotoğraflarına da yansıtır.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.